Özcan Alper'in senaryosunu yazıp, yönettiği ilk uzun metrajlı filmi Sonbahar, fevkalade önemli bir konuya eğilmesinin yanında, aslında birbirlerini unutmuş, ortak isimli iki halkı da yakınlaştırmış oldu: Hemşinliler. Hemşinliler, Doğu Karadeniz'in yükseklerini mesken tutmuş insanlardı. Hemşin, bugün Rize'nin Çamlıhemşin ve Hemşin ile Artvin Kemalpaşa'daki Hemşin yerleşimlerine ve buralarda yaşayan insanlara verilen bir isim. Hemşin/Hemşinlilik sözcüğü, ortak bir kültürü ve bu yüksek dağlarda yaşayan insanları temsil ediyor.
Hemşinlilerin yaşadığı bölge sadece Doğu Karadeniz değil elbette. Gurbetçilik sayesinde Türkiye'nin birçok bölgesinde ve eski göçlerle Batı Karadeniz ve Erzurum sınırlarında da Hemşinlilerin yaşadığı biliniyor. Doğu Karadeniz denilince akla gelen ilk yerlerden Çamlıhemşin, Doğu Karadeniz'in en yüksek noktası Kaçkar Dağları'nın eteklerinde, tarihi Tebriz-Trabzon İpek Yolu'nun önemli bir geçit noktasında kurulmuş. Çamlıhemşin'de yaşayan insanların çoğu yaz aylarını yayla faaliyetiyle geçirir. Hemşin'de yaşayanların birçoğu da yaylacılık faaliyetlerini Çamlıhemşin sınırlarındaki yaylalarda gerçekleştirdiğinden iki Hemşin arasında bir kaynaşma yaşanmış. Ancak coğrafi olarak uzak olmasa da Hemşinlilerin "doğu grubu" olarak bilinenler bu yakınlaşmanın uzağında kalıyor. Onlar da Hemşinli olarak bilindikleri halde, "batı grubu" olarak bilinen Çamlıhemşin ve Hemşin'le pek alakaları yok. Ancak her halükârda ki Hemşin'in de ortak noktaları yaylacılık.
Çocukluğu yaylalarda geçmiş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki yaylada yaşamak biraz da bu zamanın dışında yaşamak gibi bir duygu tattırır insana. Öncelikle, büyük kentlerden yaz tatili için gelen insanlar köylerinde buluşur. Daha sonra da uzun yürüyüşlerle ulaşılabilen yaylalarına kavuşmak için sabahın erken saatlerinde yola çıkılır. Günümüzde artık hemen her yaylaya araçla ulaşılabildiği için bu adetten bahsetmek mümkün değil, ama şunu özellikle belirtmek gerekir ki yaylaya ulaşmanın tadı yürüyerek çıkar. Uzun ve yorucu olmasına rağmen, yürüyüş yaparak gidildiğinde hem daha çok yer görme fırsatı olur hem de buz gibi pınarlardan su içme imkânı. Oysa şimdilerde araçlarla 1-2 saat süren yolculuklarla, yaylaya ulaştığınızda nereye geldiğinizi bile hissedemiyorsunuz.
Biz de çocukken sabah erkenden büyük bir heyecanla kalkıp hazırlanırdık. Katırlara yüklenen erzaklar ve giyeceklerin ardında, inekler ahırdan çözülür ve onlar önde biz arkada yolculuğumuza başlardık. Tam 8 saatlik bir tırmanışla yaylamıza çıkar, adım attığımız andan itibaren de yorgunluğumuzu unuturduk. 3 ay boyunca kalınan yaylalarda, diğer şehirlerden gelen, uzun süre görmediğimiz arkadaşlarla buluşur, kendimizi dağların rüzgârına bırakırdık. Sabahları ineklerin boyunlarına takılan çıngıraklarla kuşların sesleri birbirine karışır, güneş doğmadan kalkardık. Kuzinede pişirilmiş sıcacık ekmekler, bir peynir ve tereyağı kombinasyonu olan muhlama ve çayla taçlanan kahvaltıdan sonra kendimizi evden dışarı atardık. Kapı kapı dolaşır, eski yaylacı kadınlardan hikâyeler dinlerdik. Kimi artık yılların vermiş olduğu yorgunlukla yerinden bile doğrulamadan öylece uzandığı sedirinden bize peri masalları anlatır, kimi de hayvanlarını salıverdikten sonra kendini ev işlerine verirdi. Bizim içinse her şey bir oyundu. Çam kozalakları, kurumuş çamurlar ve ağaç dallarıyla kendimize saf bir dünya kurardık. "Sis" de denilen "yerdumanı" bir gün tüm dağları kaplayıp, bizi evlere hapseder ama ertesi gün açan güneşle yine kendimiz dışarıda bulurduk. Akşama kadar dışarıda geçirilen günün ardından, yorgun argın eve dönerdik, tıpkı akşama kadar otlayıp karnını doyuran inekler gibi. Onlar da içeriye alınmayı beklerdi bizim gibi. Onlar ahıra biz eve girdikten sonra, yemek faslı ve ardından gaz lambasında ya da şanslıysanız lüks lambasında oturup, muhabbete dâhil olmaktı gecenin finali. Yaylada bizim için günler böylece geçip gider ve bir daha ki seneye buluşmaya söz vererek ayrılırdık birbirimizden.
Böylesine dolu dolu geçen bir yaz dönemi yaylacılığının ardından, eski yaylacılar gibi bizim için de yayladan ayrılmak sadece bir dönemi kapatmak değildi elbette. Kapıların bir bir kapanması çok büyük hüzün verirdi bize de. Herkes birer ikişer yollara düşer ve bir sonraki senenin hayalini kurmaya başlardık. Biz de büyüklerimiz gibi aynı hayalleri kurardık ve hepimiz ayrılırken ağlardık. Çünkü bilirdik ki, yaylasız bir sene çok ama çok zor geçecek. Okul sıralarımızda bile hayali bir an olsun gözümüzden gitmeyen, apayrı bir dünyanın kapılarını aralayan bu cömert mekânlar, anladık ki hayatımızın bütününe damgasını vuracaktı. O nedenle türkülerde de yaylalara çokça yer verilir. Bir Hemşin türküsünde, "Gidiyorum yayladan / güz geldi onun içun / her puğardan su içtum /sevduğum senun içun…" der. Yaylacılar, kulaklarında çardaktan gelen tulumun hüzünlü sesi, arkalarında bıraktıkları "gözü yaşlı" dağlarla vedalaşırlar. Hele hava açıksa gitmek oldukça zordur. Son bir kez daha bakılır ve bağırlara taş basılır.
Sonbahar'ı yaşlı gözlerle izlerken, hep yaylada geçirdiğim çocukluğum geldi aklıma. O büyülü Furtuna( biz öyle deriz) deresi, yaprakları rengârenk ağaçlar, güz çiçekleri… Güz mevsimi hep dönüşün habercisidir Kaçkarlar'da. Uzun ve sert geçecek bir kışın öncesinde, son derece hüzün verici bir atmosferdir. Bu duygularla filmi izlerken, kendimi o coğrafyanın bir ferdi olduğum için şanslı hissettim. Bunun için çok sebebim var ve ne zaman istesem, o büyülü, davetkâr diyarlara ulaşabilir, koynunda sessizce uyuyabilirim.